İlk gün, güne çok güzel başladım aslında. Erken kalktım. Güzel kahvaltı ettim, çay içtim. Arabayla Bostancı'ya gittim. 128 no'lu otobüsle Taksim'e, oradan Bilgi Paylaşım'a vardım. Yeni salona aldılar bizi. Süperdi. Herşey yepyeni, salon tertemiz. Biraz boya kokusu dışında rahatsız edici bir şey yoktu. Herkes ciddi derecede geç geldiğinden (telefonda herkese 10:30 denmiş, bir de üzerine gecikilince), çalışmalara ancak 11:30 gibi başlayabildik. İçimde büyük bir huzursuzluk, çevremdeki insanların yanında kendimi nasıl açacağıma dair bir sıkıntı (ilk dizimde bu hiç olmamıştı), kaçıp gitme isteği ile başladı herşey.
Hocamız Rumen (kendisi çok genç, Bulgar, aynı zamanda psikolog, sakin, güleryüzlü ama otoriter biri) uzun uzun aile diziminin ne olup ne olmadığı, ne beklememiz gerektiği ile ilgili açıklamalar yaptı. Aslında açıklamalar uzadı da uzadı, egosu fazla yüksek olanlarımız (doğrusu biraz ben de) sıkılmaya başladık ama yine de konuşmalar ilgimizi çekti. Bana ilginç gelen aramızda başka bir aile dizimi hocası, 2 tane daha önceden Rumen'in dizimlerine defalarca katılmış bir çift, 1 yaşam koçu, 1 yaşam koçluğu eğitimine devam eden biri gibi insanlar olduğu gibi, hocalıkla falan ilgisi olmayan benim gibileri de vardı. Tabii aile dizimi öyle bir şey ki çalışma sonunda herkes kardeşin gibi oluyor ya da bütünlüğü görüyorsun diyebiliriz, nitekim bu 2 günün sonunda da aynı şey oldu. :)
Ne yazık ki (ya da neyse ki demeliyim) hocamızın ellerimizi kaldırtıp bize söz verdirmesi nedeni ile dizimde yaşadıklarımız ile ilgili detay veremeyeceğim. Gizliliğin önemi üzerinde uzun uzun konuştuk çünkü. Ama genel olarak bazı notlarımı yazmakta bir sakınca görmüyorum, gitmeyi düşünenlere belki faydası olabilir.
Bu dizimden bende kalan en önemli şey "kadın gücünü farketmemdi". Yani dişil enerjinin ne kadar güçlendiği, erkeklerle kadınların barış ve denge içinde yaşadığı bir çağın açılmakta olduğunu, onları affetmekte olduğumuzu ve bunun sonucunda onların da bizim de omuzlarımızdan büyük bir yük kalkacağını ve gerçek iç huzurunu yakalıyor olduğumuzu hissettim. Çok büyük bir kazanç benim adıma. Belki de dişiliğimle barış imzaladığımı söyleyebilirim. "Artık birlikte güzellikler yaşama zamanı".
Bir diğer şey çocuk doğurmamış bir kadın olarak bir evlat kaybetmenin acısını yaşamaktı. Bu çok ama çok etkileyici bir deneyim. Bunu yaşadığım için gerçekten şükrettim. Okuyanlara saçma gelebilir belki ama bu duygu yoğunluğu hiç bir şeye değişilemezdi bence.
Önemli bir şey de aklımda kalan: Geçmiş hikayelerimize, travmalarımıza, onları anlatıp acı çekme tutkumuza ne kadar bağlı kaldığımızdı. Kendimde bunu öyle çok gözlemledim ki, dizimde de aynı şey oldu. Neden bu kadar çok geçmiş hikaye anlatıyor olduğum hocanın dikkatini çekti elbette, geçmişten çok bügüne odaklanmamız, yaşamımızda neyi değiştiriyor olmak istediğimiz, kaynağa ulaşmamız gerektiği ile ilgili uzun uzun konuşmalar yaptı, sonunda ne demek istediğini anlayabildiğimizi zannediyorum ama bayağı bir uğraştı doğrusu. :) Şöyle dedi, diyelim ki önünde bir duvar var ve bunu yıkmak istiyorsun (ya da değişimi tanımlaman bu şekilde diyelim) duvarı itmenin hiç bir faydası olmaz çünkü yıkamazsın, kafanla itersin itersin, ne sen değişirsin ne de o. Oysa bir iki adım geri gelsen, biraz hızlanıp kafa atsan, en azından kafan kırılır ve anlarsın ki, yok bu böyle olmayacak bak canım acıyor. Başka bir şekilde aşmam gerek duvarı. :) (Tabii aslında tüm mesele olayı aşılması gereken bir duvar olarak görmemekte) Dolayısı ile geçmişi de ya da içinde bulunduğun koşulları da yıkıp geçmeye çalışmanın, onunla savaşmanın bir faydası yok. Bu bir evi buldozerle yıkıp geçmeye benzemez. İç dünyamızda işler böyle yürümüyor. İçimizdeki kaynağa, öze, güce, sevgiye, özelliklere ulaşarak onlara odaklanarak yapılabilir. Bizi sevenlere, bizi iyi hissettiren özelliklerimize odaklandığımızda değişimi başlatabiliriz.
İlişkiler ile ilgili önemli bir şey daha söyledi bence ki; genelde ailelerimize karşı kendimizi borçlu hissedip suçluluk duyguları duyuyoruz. Oysa işler böyle yürümüyor. Önce gelenin ayrıcalıkları var. Yani büyük olanın (ebeveynlerin) hak ve sorumlulukları daha fazla. Sen ne olursa olsun çocuksun. O sana bakmak zorunda, sen de kendi çocuğuna. Yaşamdaki denge bu. Ama partnerliğe gelince bu denge böyle değil. Orada aldığın kadar vermen, verdiğin kadar alman gerek. Bir taraftan bir taraf daha fazla verdiğinde o zaman denge bozulup ebeveyn-çocuk ilişkisine dönüyor ki bu da dengesiz, bozuk hatta baştan yıkılmaya mahkum bir ilişki demek. Yani farkında olmadan kocanı oğlun ya da karını kızın yerine koyabilirsin.
Son olarak aile dizimi ile ilgili en güzel şey sizin kadar çevrenizdeki herkesi de değiştirme gücüne sahip olması. Yani insan akrabalarının, arkadaşlarının da değişmesine tanık olabilir. Sistemde herkes birbirine bağlı olduğundan sistemdeki bir değişiklik tüm sistemi de değiştirecektir. :)
Şimdilik aile diziminden bu kadar. Umarım en yakın zamanda başka bir deneyimi de paylaşabilirim. Gerçekten yeni bir deneyimi dörtgözle bekliyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder