13 Haziran 2012 Çarşamba

Zen Sana Bilinç Verir – OSHO

Bir akşam Shichiri Kojun sutraları ezberinden okurken hayatını yahut parasını talep eden keskin kılıçlı bir hırsız içeri girdi.

Shichiri ona, “Beni rahatsız etme. Şu çekmecede parayı bulabilirsin” dedi. Sonra da okumasına devam etti.
Kısa bir süre sonra durdu ve “Hepsini alma. Yarın bazı vergiler ödemem gerekiyor” dedi.

Davetsiz misafir paranın çoğunu aldı ve gitmeye hazırlandı. “Birisi sana bir armağan verdiğinde teşekkür et” diye Shichiri ekledi. Adam teşekkür etti ve kayboldu.

Birkaç gün sonra adam yakalandı ve diğerleriyle birlikte Shichiri’ye karşı işlediği suçu itiraf etti. Shichiri tanık olarak çağrıldığında, “Bu adam, söz konusu ben olduğumda hırsız değildir. Parayı ona ben verdim ve bana bunun için teşekkür etti” dedi. Hapiste yattığı süre dolduğunda adam Shicriri’ye gitti ve müridi oldu.

İsa “Yargılama” der. Orada durmuş olsaydı bu mükemmel Zen olurdu. Fakat belki de Yahudilere konuştuğundan ve Yahudi tarzında konuşmak zorunda olduğundan eklemiştir: “…böylece sen de yargılanmazsın.” Artık o Zen değildir. Artık o bir pazarlıktır. Bu eklenti onun niteliğini, onun derinliğini tamamıyla mahvetmiştir.

“Yargılama” kendi içinde yeterlidir; ona hiçbir şey eklemeye gerek yoktur. “Yargılama” demek, yargılayıcı olma demektir. “Yargılama” demek hayata herhangi bir değer yargısıyla bakma demektir.Değerlendirme; “bu iyidir” ve “bu kötüdür” deme. Ahlakçı olma; bir şeye ilahi deme ve bir şeye şeytani deme. “Yargılama” Tanrı yahut Şeytan yok demenin muazzam bir ifade şeklidir.

İsa orada durmuş olsaydı, tek sözcüklük, bu küçük deyiş “yargılama” tüm Hıristiyanlığın karakterini dönüştürmüş olacaktı. Ancak o bir şey ekledi ve onu mahvetti, “…böylece sen de yargılanmazsın” dedi. Artık o koşula bağlandı. Artık o yargısız değildir, o basit bir pazarlık: “Böylece sen de yargılanmazsın.” Bu ticaret gibidir.

Korku yüzünden —böylece sen de yargılanmazsın— yargılama. Ancak yargılamaktan korku nedeniyle, hırs nedeniyle nasıl vazgeçeceksin? Bu sayede yargılanmamak için, yargılama. Ancak korku ve hırs seni değer yargılarından özgürleştirmeyecek. O kendini merkeze alır: “Yargılama, böylece sen de yargılanmazsın.” Bu egoistçedir. Deyişin tüm güzelliği yok olmuştur. Zen tadı kaybolur, o sıradan hale gelir. O güzel bir tavsiye olur. Onun içinde hiçbir devrim yoktur; bu ebeveyn tavsiyesidir. Çok iyi bir tavsiyedir ama onda radikal hiçbir şey yoktur. İkinci cümlecik radikal ifadenin çarmıha gerilmesidir.

Zen orada durur: Yargılama. Çünkü Zen her şey olduğu gibidir der. Hiçbir şey iyi değildir, kötü değildir. Şeyler olduğu gibidir. Bazı ağaçlar uzundur, bazı ağaçlar küçüktür. Birisi ahlaklıdır, birisi ahlaksızdır. Birisi ibadet ediyor, diğeri çalmaya gitmiş. Hayat böyle işler. Şimdi, bundaki devrimci ruha bak! Bu seni korkutacaktır, ürkütecektir. Bu nedenle Zen’de herhangi bir buyruk yoktur. Şunu yap, bunu yapma demez; olmalı ve olmamaları yoktur. O, “olmalı” hapishanesini yaratmamıştır.

Zen mükemmeliyetçi değildir. Ve artık psikanaliz mükemmeliyetçiliğin bir tür nevroz olduğunu gayet iyi biliyor. Zen nevrozlu olmayan yegâne dindir. O kabul eder. Onun kabulü o kadar bütündür, o kadar muazzam derecede bütündür ki bir hırsıza hırsız dahi demez, bir katile bile katil demez. Onun ruhunun saflığını görmeye çalış; muhteşem aşkınlığı görmeye çalış. Her şey olduğu gibidir.

Zen koşulsuzca değer yargılarından arınmıştır; şayet bir koşul oluşturursan meselenin özünü kaçırırsın. Zen’in hiçbir korkusu ve hırsı yoktur. Zen’in hiçbir Tanrısı ve Şeytanı yoktur. Ve Zen’in cenneti ve cehennemi yoktur. O insanların aklını çelip, onlara cennette ödüller vaat edip onları açgözlü yapmaz. Ve o kâbus gibi cehennem kavramlarıyla insanları korkutmaz, ürkütmez.

O sana ödüllerle rüşvet vermez ve o seni işkencelerle cezalandırmaz. O sadece sana bir şeylerin içini görmek için kavrayış verir. Ve bu kavrayış seni özgürleştirir. Bu kavrayışın temeli olarak hırs yoktur, ve onun temelinde korku yoktur. Tüm diğer dinler açgözlüdür, tüm diğer dinler derinlerde bir yerlerde korku temellidir. Bu yüzden biz dindar bir kişi için Allah’tan korkan sözcüğünü kullanırız: Dindar bir kişi Allah’tan korkar.

Ancak korku nasıl dini olabilir? Bu imkânsızdır. Korku asla dini olamaz. Yalnızca korkusuzluk olur. Fakat sende iyi ve kötü fikri varsa sen asla korkusuz olamazsın. Senin iyi ve kötü fikirlerin insanları suçlu hissettirir. İnsanları sakatlar, insanları felç eder. İnsanların tüm korkudan özgürleşmesine nasıl yardımcı olabilirsin? İmkânsızdır. Daha çok korku yaratırsın.

Normalde dindar olmayan bir insan daha az korku doludur, sözde dindardan daha az miktarda korkuyu varlığında barındırır. Sözde dindar içinde sürekli titriyordur, sürekli olarak onu elde edebilecek mi yoksa onu kaybedecek mi diye endişe duyuyordur. Cehenneme mi atılacak? Yahut imkânsız olanı becerip cennete mi girecek?

İsa, dostlarına ve müritlerine son kez veda ederken bile müritler cennetteki yerleri hakkında daha çok endişelilerdi.

Sonra cennette buluşacaklar; onların yerleri ne olacak? Kim kim olacak? Elbette onlar İsa’nın Tanrı’nın sağ yanında olacağını teslim ediyor. O zaman onun yanında kim olacak? Onların endişeleri korkularından ve hırslarından kaynaklanıyor. Onlar İsa’nın yarın çarmıha gerileceği ile fazla ilgili değiller, onlar çok daha fazla kendi çıkarları ile ilgililer.

Tüm diğer dinler son derece sıradan hırs ve korku temellidir. Para için sahip olduğun hırs bir gün Tanrı için hırsa dönüşür, o zaman Tanrı senin parandır. Şimdi para senin Tanrı’ndır. Tek fark budur. O zaman Tanrı senin paran haline gelir. Şimdi sen devletten, polisten şundan ve bundan korkuyorsun. Ve o zaman sen cehennemden ve hesap gününden ve Tanrı’nın ebedi yüksek mahkemesinden, kıyametin son gününden korkmaya başlarsın.

Sözde Hıristiyan azizler yaşamlarının son anlarında dahi sürekli korkar, titrerler. Bunu başarabilecekler mi yoksa başaramayacaklar mı?

Zen koşulsuz olarak değer yargılarından arınmıştır. Bu senin içine derinlemesine yerleşsin çünkü bu benim de durduğum yerdir. Sadece anlamanı istiyorum, hepsi bu. Anlayış yeterlidir. Bırak anlayış yegâne kanun olsun; başkası yok. Korkuyla hareket etme aksi taktirde karanlığın içine gireceksin. Ve hırsla hareket etme çünkü hırs baş aşağı duran korkudan başka bir şey değildir. Onlar aynı şeyin iki yüzüdür: Bir tarafta hırs vardır, diğer tarafta korku vardır. Korku dolu bir insan her zaman hırslıdır, hırslı bir insan her zaman korku doludur. Onlar bir arada kalır, onlar birlikte gider.

Sadece anlayış, sadece farkındalık, sadece her şeyi olduğu gibi görebilme kapasitesi… Varoluşu olduğu gibi kabul edemez misin? Ve onu kabul etmediğinde hiçbir şey değişmemiştir. Ne değişmiştir? Binlerce yıldır biz pek çok şeyi reddetmekteyiz; onlar hâlâ oradadır hatta daha çoktur. Hırsızlar yok olmadı. Ne de katiller yok oldu. Hiçbir şey değişmedi; her şey tam olarak her zaman olduğu gibidir. Hapishaneler artmaya devam ediyor. Kanunlar büyümeye devam ediyor ve giderek daha çok ve daha çok karmaşık hale geliyor. Ve karmaşık kanunlar yüzünden daha çok ve daha çok hırsızlar iş sahibi oluyor: Avukatlar, yargıçlar… Bu hiçbir yerde değişiklik yaratmaz. Senin tüm cezaevi sistemin herhangi iyi bir şey yapmamıştır. Aslında o çok zararlı olmuştur. Cezaevi sistemi suç için, suçu öğrenmek için, suçu ustalarından öğrenmek için üniversite halini almıştır.

Birisi hapishaneye gittiğinde o sürekli bir ziyaretçi haline dönüşür, bir kez cezaevine girdikten sonra yeniden ve yeniden geri döner. Cezaevine düşmüş ve hiçbir zaman geri dönmemiş birisini bulmak zordur. Hapisten daha becerikli olarak çıkar. Hapishaneden daha fazla fikirle çıkar: Aynı şeyi, artık daha ustalıklı nasıl yapmalı? O hapisten daha az amatör olarak çıkar. O hapisten bir derece ile çıkar; hapisten salıverilmek suç için bir tür mezuniyettir. Artık o daha çok biliyor, onun daha iyi nasıl yapılacağını biliyor. Artık o nasıl yakalanılmayacağını biliyor. Artık o yasal düzendeki boşlukların ne olduğunu biliyor.

Ve kanunları uygulayanlar herhangi başka birisi kadar suçludur. Aslında onlar daha fazla suçlu olmalıdır. Onlar suçlularla uğraşmak zorundadır. Bu yüzden onlar daha suçlu olmak zorundadır. Polis ve cezaevi gardiyanları ve bekçiler; onlar hapishanede kalmaya zorladıkları insanlardan daha suçludurlar, öyle olmak zorundadırlar.

Hiçbir şey değişmez. Bir şeyleri değiştirmenin yolu bu değildir, onun tam bir başarısızlık olduğu kanıtlanmıştır. Zen değişimin anlayışla, herhangi bir şeyi zorlamadan geleceğini söyler.

Ve senin cennetin ve cehennemin nedir? Yaşamın ötesine taşınmış aynı düşünceden başka bir şey değil. Hapishane düşüncesinin aynısı senin cehennem fikrin haline gelir. Ve aynı ödül düşüncesi: Devlet madalyaları, başkanlık ödülleri, altın madalyalar, şu ve bu. Bu aynı fikir cennete, firdevse taşınır. Ama psikoloji aynıdır.
Zen, bu psikolojiyi kökünden yok eder. Zen hiçbir şeyi lanetlemez, onun sadece anlayışı vardır: O her şeyi olduğu gibi anlamaya çalış der. İnsanı olduğu gibi anlamaya çalış; bir ideali dayatma, nasıl olması gerektiğini söyleme.

İnsanın nasıl olması gerektiğini söylediğin an onun olduğu gerçeklik için körleşirsin. ‘Olmalı’ bir engele dönüşür, o zaman sen gerçeği görmezsin. O zaman sen olanı göremezsin. Senin ‘olmalın’ çok ağırlaşır. Senin bir idealin var, mükemmeliyetçi bir ideal ve her kişi doğal olarak onun altına düşer. O zaman herkes kötüdür.
Ve bir şekilde bu fikirleri kendilerine dayatmayı başarabilen —en azından yüzeysel olarak, en azından dışsal olarak— egoist insanlar; onlar büyük azizler olurlar. Onlar büyük egoistler olmak dışında bir şey değildirler. Ve eğer onların gözlerinin içine bakarsan, sadece tek bir şey göreceksin: Senden daha kutsal. Onlar seçilmiş azınlıktır; onlar Tanrı’nın seçilmiş insanlarıdır ve onlar seni lanetlemek için ve seni dönüştürmek için buradadır.
Zen hiç kimsenin dönüşümüyle ilgili değildir. Ve o dönüştürür; paradoks budur. O senin nasıl olman gerektiğiyle ilgilenmez, o sadece senin ne olduğunla ilgilidir. Onun içine bak, onun içine sevgi dolu, özenli bir şekilde bak. Onun ne olduğunu anlamaya çalış ve bu anlayışın içinden bir dönüşüm çıkar. Dönüşüm doğaldır; onu yapmana gerek yok, o basitçe kendiliğinden olur.

Zen dönüştürür ama dönüşümden bahsetmez. O değiştirir ama değişimden söz etmez. O insanlara başka her şeyden daha çok güzellik getirir ama bununla hiç ilgilenmez bile. O bir zarafet olarak, bir armağan olarak gelir. O anlayışı takip eder. Zen’in güzelliği budur, o koşulsuz olarak değer yargılarından arınmıştır. Değer vermek zihnin hastalığıdır; Zen’in söylediği budur. Hiçbir şey iyi değildir ve hiçbir şey kötü değildir; her şey olduğu gibidir.

Zen’de bütünüyle yeni bir boyut, çabasız dönüşümler boyutu açılır. Berrak gözlerle, netlikle birlikte doğal olarak gelen dönüşüm boyutu. Hiçbir önyargının engeli olmadan şeylerin doğasını doğrudan gözlerle görerek.
Bir insana iyi dediğinde ona bakmayı bırakmışsındır. Onu çoktan etiketlemişsindir, onu tasnif etmişsindir, kategorize etmişsindir. “Bu adam kötü” dediğin an nasıl onun gözlerinin içine bakabilirsin? Ona saygı duymamaya karar vermişsindir, o insanla işin bitmiştir. Bu insan artık bir gizem değildir. Gizemi çözmüşsündür; onun üzerine “bu kötü” ve “bu iyi” yazmışsındır. Artık bu etiketlerle etkileşim kurmaktasın, gerçeklerle değil.

İyi insan kötüye dönüşebilir, kötü insan iyiye dönüşebilir. Bu her an gerçekleşmektedir; sabahleyin adam iyiydi, akşama o kötüdür, gece olduğunda yine iyidir. Ancak sen şimdi etikete göre davranacaksın. Adamın kendisiyle konuşmuyor olacaksın, sen kendi etiketinle, kendi imajınla konuşuyor olacaksın.

Elbette sen gerçekleri, gerçek insanları ıskalamaya devam edeceksin. Ve bu bin bir tane karmaşıklık ve probleme neden olacak. Çözülemez problemler. Gerçekten karınla konuşuyor musun? Karınla birlikte yataktayken gerçekten karınla birlikte misin yoksa belirli bir imajla mısın? Benim hissettiğim şudur: Nerede iki insan buluşsa, gerçekte iki kişi değil, bir kalabalık vardır. En azından dört kişi kesinlikle orada vardır. Diğerinin sendeki imajı, senin ondaki imajın; bu iki imaj oradadır. Ve onlar asla buluşmaz; gerçek kişi değişmeye devam eder, gerçek kişi bir akıştır. Gerçek kişi rengini sürekli değiştiren bir nehirdir. Gerçek kişi canlıdır! Sadece sen kişiyi etiketledin diye bu onun ölü olduğu anlamına gelmez; o hâlâ canlıdır.
Birisi Chuang Tzu’ya “işiniz sona erdi mi?” diye sormuştu. “Nasıl bitebilir? Çünkü ben hâlâ canlıyım” demiştir o da.

Bunun içine bak: Der ki, “O nasıl bitebilir? Ben hâlâ canlıyım. O sadece ben öldüğüm gün bitebilir. Ben hâla akıyorum, bir şeyler hâlâ olmaya devam ediyor.”

Bir ağaç canlıyken çiçekler gelecektir, yeni yapraklar gelecektir, yeni kuşlar gelecek ve yuvalarını onun üstüne yapacaktır, yeni gezginler gelecektir ve onun altında geceleyecektir…bir şeyler değişmeye devam edecektir. Sen canlıyken her şey mümkün kalır. Ancak bir kimseyi iyi, kötü, ahlaklı, ahlaksız, dindar, dindar değil, inançlı, inançsız, şu ya da bu olarak etiketlediğin an, o kişiyi ölmüş gibi farz ediyorsun. Bir insanı mezarda etiketleyebilirsin, öncesinde değil. Mezara gidebilir ve şöyle yazabilirsin: “Bu kişi şudur.” Artık o seninle çelişemez; artık bazı şeyler bitmiştir, bazı şeyler noktalanmıştır. Nehir artık akmaz.

Ancak birisi canlıyken… Ve biz etiketlemeye devam ederiz; hatta çocukları, küçük çocukları. “Bu çocuk söz dinler ve bu çocuk çok asi. Bu çocuk çok keyifli ve bu çocuk ise çok büyük bir problem” deriz. Sen etiketlersin. Ve unutma sen etiketlediğinde pek çok problem yaratırsın. Öncelikle eğer birisini etiketlersen onun etiketlediğin şekilde davranmasını desteklersin. Çünkü o şimdi senin haklı olduğunu göstermek üzere bir zorunluluğu olduğunu hissetmeye başlar. Eğer baba, “Benim çocuğum bir problemdir” derse artık çocuk bir problem olduğumu göstermeliyim aksi taktirde babamın yanlış olduğu ortaya çıkacaktır” diye düşünür. Bu mantık son derece bilinçsiz bir şeydir: Bir çocuk nasıl babasının yanlış olduğuna inanabilir? Bu nedenle o daha çok problem çıkarır ve baba, “Bak. Bu çocuk bir problem” der.

Üç kadın konuşuyordu ve kadınların yaptığı şekilde çocuklarıyla böbürleniyorlardı. Birincisi, “Benim çocuğum sadece beş yaşında ama şiir yazıyor ve öyle güzel şiirler ki kendini kanıtlamış şairleri bile utandırır.”

İkincisi, “Bu da bir şey mi? Benim çocuğum sadece dört yaşında ve resim yapar, o kadar modern, ultra modern resimler ki Picasso bile onun ne olduğunu, başının ve sonunun neresi olduğunu anlayamaz. Ve o bir fırça kullanmıyor, o sadece ellerini kullanıyor. Bazen basitçe boyayı tuvale fırlatır ve hiç yoktan güzel bir şey ortaya çıkar. Benim çocuğum bir empresyonist, çok orijinal bir ressam” dedi.

Üçüncü kadın da şunu söyledi, “Bu da bir şey mi? Benim çocuğum sadece üç yaşında ve o kendi kendine psikologa gidiyor.”

Eğer etiketlersen çocuğu delirtmeyi başaracaksın…onu mahvedeceksin. Tüm etiketler tahripkârdır. Asla bir kişiyi bir günahkâr ya da bir aziz olarak etiketleme. Çok sayıda insan bir kişiyi tek bir yönde etiketlediği zaman… Ve insanlar kolektif olarak düşünme eğilimindedir; insanların orijinal, bireysel fikirleri yoktur. Hmm? Birisinin bir günahkâr olduğu söylentisini duyarsın ve onu kabul edersin. Ve sonra sen onu başka birisine ulaştırırsın ve o da onu kabul eder. Ve söylenti büyümeye devam eder, etiket giderek büyür ve büyür ve daha da büyür. Ve bir gün adamın üzerinde öylesine büyük harflerle, neon ışıklarıyla “GÜNAHKÂR” etiketi yazar ki onu kendisi de okur ve ona uygun davranmak zorunda kalır. Tüm toplum onun bu şekilde olmasını bekler aksi taktirde insanlar öfkelenecektir: “Sen ne yapıyorsun? Sen bir günahkârsın ve bir aziz olmaya çalışıyorsun! Kendin gibi davran!”

Toplumun sahip olduğu şey budur: Kendi etiketlemesine çok inceden bir yatırım vardır. “Kendin gibi davran! Seninle ilgili fikrilerimizin dışında herhangi bir şey yapma.” Bu bir taktiktir ama vardır.

İkinci olarak birini etiketlediğinde o ne kadar çok etikete uygun davranmaya çalışsa da bunu yapamaz. O bunu mükemmel bir şekilde yapamaz, bu imkânsızdır. Bu gerçekten yapılamaz, o sadece rol yapabilir. Ve sonra şu ya da bu zamanda rol yapmazken, biraz rahatlamışken —o bir tatil havasındayken ve o piknikteyken— gerçek ortaya çıkar. O zaman sen kandırıldığını düşünürsün, bu adam bir yalancı. Onun iyi olduğunu düşünüyordun ve bugün o senden para çalmıştır. Yıllardır onun iyi olduğunu zannediyordun, o bir azizdi ve şimdi ise o senden para çalmıştır!

Sen onun seni kandırdığını mı zannediyorsun? Hayır, seni kandıran senin etiketlemendir. O kendi gerçeğine göre hareket ediyor. Yeterince uzun süredir senin çerçevene uymaya çalışmıştır ama günün birinde ya da başka bir gün kişi çerçevenin dışına taşar. Kişi istediği şeyleri yapmak zorundadır.

Hiç kimse senin beklentilerini yerine getirmek için burada değildir. Ve sadece son derece korkak insanlar başkalarının beklentilerini yerine getirmeye çalışır. Gerçek bir insan tüm insanların onun hakkındaki beklentilerini paramparça edecektir. Çünkü o kimsenin fikirleri tarafından hapsedilmek için burada değildir. O özgür kalacaktır. O tutarsız kalacaktır; özgürlük budur. Bugün bir şey yapacaktır ve ertesi gün tam zıddı bir şey yapacaktır. Böylece onunla ilgili bir fikir taşıyamazsın. Gerçek, hakiki bir insan içinde çelişkiler taşır.
O saf özgürlüktür. O, o kadar özgürdür ki bu olabilir ve bu da olabilir, tam zıddı da. Bu bir seçimdir. Eğer bir solcu olmak isterse bir solcudur, eğer bir sağcı olmak isterse bir sağcı haline gelir. Onda bir engel yoktur. Eğer içerde olmak isterse içerde olabilir, eğer dışarıda olmak isterse dışarıda olabilir. O özgürdür. O dışa dönük birisi olabilir, o içe dönük olabilir, ne isterse yapabilir. Ne yapılacağını onun özgürlüğü anın içinde seçer.

Ancak biz insanlara onların tutarlı olacağı bir kalıbı dayatırız. Tutarlılığa çok büyük değer atfedilmiştir. “Bu adam çok tutarlıdır, bu adam çok iyidir; o son derece tutarlıdır” deriz. Fakat “tutarlılık” derken neyi kastediyorsun? Tutarlılık demek adam ölü demektir, o artık yaşamıyor. O tutarlı hale geldiği gün yaşamayı bitirmiştir; o zamandan beri yaşamamıştır.

“Kocam güvenilirdir” dediğin zaman ne demek istiyorsun? O sevmekten vazgeçmiştir, o yaşamaktan vazgeçmiştir; artık hiçbir kadın ona çekici gelmez. Eğer hiçbir kadın onu çekmezse sen nasıl çekici olacaksın? Sen bir kadınsın, aslında o artık rol yapıyordur. Eğer bir erkek hâlâ yaşıyorsa ve seviyorsa o zaman güzel bir kadın gördüğünde çekim hissedecektir. Bir kadın yaşıyorsa ve canlıysa güzel bir erkek gördüğünde nasıl olacak da çekim hissetmeyecek? Bu son derece doğaldır. Onunla birlikte gitmesi gerekir demiyorum ama çekim hissetmek normaldir. Gitmeyi tercih etmeyebilir ama çekim hissettiğini reddetmek hayatın kendisini reddetmektir.

Zen şöyle der: Kendi özgürlüğüne sadık kal. Ve o zaman hiç beklenmedik, öngörülemeyen, bütünüyle farklı bir varlık senin içinden ortaya çıkar. Dindar ama ahlakçı değil. Ahlaksız değil, ahlak dışı: Ahlakın ötesinde, ahlaksızlığın ötesinde.

Bu Zen’in hayata açtığı yeni bir boyuttur. Senin içinde yaşamış olduğun gerçeklik tamamıyla ayrıdır; bu ondan bütünüyle ayrı bir şeydir. Onun yeni bir niteliği vardır; bu nitelik karaktersiz olmaktır.

Bazen bu sözcük çok fazla incitir çünkü “karakter” sözcüğünü uzun süre sevmiştik. “Karakter” sözcüğü için asırlardır şartlandırılmışızdır. “Bu adam karakterli bir adamdır” deriz. Ancak hiç gözlemledin mi? Karakterli bir adam ölü bir adamdır. Karakterli bir adam kategorize edilebilir, karakterli bir adam tahmin edilebilir. Karakterli bir adamın hiçbir geleceği yoktur, sadece geçmişi vardır.

Dinle: Karakterli adamın sadece geçmişi vardır. Çünkü karakter geçmiş demektir. O geçmişini tekrar edip durmaktadır. O, kırılmış bir gramofon plağıdır. O aynı şeyi yeniden, yeniden ve yeniden tekrar eder. Onun söyleyecek yeni bir şeyi yoktur. Onun yaşayacağı yeni hiçbir şey yoktur, olacağı yeni hiçbir şey yoktur. Biz bu adama karakterli adam deriz. Ona güvenebilirsin, ona yaslanabilirsin. O sözünde duracaktır. Evet bu doğrudur. O son derece kullanışlıdır. Toplumsal faydası son derece iyidir ama bu adam ölüdür, bu adam bir makinedir.

Makinelerin karakterleri vardır; onlara güvenebilirsin. Bu nedenle biz yavaş yavaş tüm insanları kaldırıp onların yerine makineleri yerleştireceğiz. Makineler daha iyi öngörülebilirler, onların daha büyük karakterleri vardır; onlara güvenebilirsin.

Bir at, bir otomobil kadar güvenilir değildir. Bir atın bir tür kişiliği vardır: Bir gün canı istemez ve başka bir gün senin gitmesini istediğin yoldan gitmek istemez, diğer gün son derece asidir. Ve bir gün orada öylece durup hareket etmeyecektir. Onun bir canı vardır; ona her zaman güvenemezsin. Ancak bir arabanın canı yoktur. O sadece bir araya getirilmiştir; merkez yoktur. O basitçe senin onun gitmesini istediğin yerden gider.
Uçurumdan aşağı gitmesini de istesen gidecektir. At, “Bekle! Eğer intihar etmek istersen bunu yapabilirsin ama ben istemiyorum. Sen atlayabilirsin. Ben atlamıyorum” diyecektir. Ancak araba hayır demeyecektir, onun hayır diyecek bir ruhu yoktur. O asla evet demez, o asla hayır demez.

Bazen çok büyük bir matematikçinin zihni bile çalışmaz. Ancak bilgisayar gece gündüz, yıllar boyunca yirmi dört saat çalışmaya devam eder; çalışmaması söz konusu değildir. Bir makinenin karakteri, son derece güvenilir bir karakteri vardır. Ve bizim yapmaya çalıştığımız şey budur. Önce biz insanı bir makine yapmaya çalıştık; bunda yüzde yüz başarılı olamadık ve bunun üzerine de insanların yerini almaları için makineleri icat etmeye başladık. Er ya da geç onlar her yerde insanların yerini alacaktır. Makineler çok daha iyi yapacaktır, çok daha verimli, hızlı, güvenilir şekilde yapacaktır.

Bir insanın ruh halleri vardır çünkü insanın bir ruhu vardır. İnsanın ruhu olduğu için eğer karaktersiz kalırsa o sadece kendine özgü olabilir. “Karaktersiz” derken ne demek istiyorum? İnsanın geçmişini sürekli olarak bırakmaya devam etmesini kastediyorum. O, bu geçmişe göre yaşayamaz; bu yüzden o öngörülemezdir. O anbean yaşar, o anda yaşar. O etrafa bakar ve yaşar, etrafında ne olduğunu görür ve onu yaşar, etrafında olanı hisseder ve onu yaşar. Onun nasıl yaşanacağına ilişkin sabit bir fikri yoktur; onun sadece farkındalığı vardır. Onun hayatı sürekli bir akış olarak kalır. Onun kendiliğindenliği vardır; gerçek bir insanın karakterinin olmadığını söylerken demek istediğim budur. Onun kendiliğindenliği vardır.

O yanıt verir. Eğer bir şey söylersen ona yanıt verir, bir klişeyi tekrar etmez. O sana yanıt verir: bu ana, bu soruya, bu duruma. O, başka, öğrenilmiş bir duruma yanıt vermiyordur. O, sana yanıt veriyordur, sana bakıyordur. O tepki vermiyor, o yanıt veriyor. Bir tepki geçmişten gelir.

Bir gün bir Zen ustası sordu: “Buda’nın sırrı nedir? Mahakashyapa’ya çiçeği verdiğinde neyi teslim etmiştir? Niçin, ‘Mahakashyapa’ya başka hiç kimseye vermediğim şeyi veriyorum. Çünkü diğerleri sadece sözleri anlar, Mahakashyapa ise sessizliği anlar’ demiştir?”

O gün Buda elinde bir nilüfer ile gelmişti. Tüm müritleri baktı ve baktı ve endişelendiler ve giderek daha da çok huzursuz oldular. O konuşmuyordu, nilüfere bakıyordu…sanki tüm etrafındakileri unutmuş gibiydi. Dakikalar geçti ve bir saat geçti ve insanlar çok kıpırdanmaya başladı. Ve sonra Mahakashyapa gülmeye başladı. Buda onu çağırdı ve ona çiçeği verdi ve dedi ki: “Sözcüklerle verebildiğim şeyi diğerlerine verdim. Sözcüklerle veremediğim şeyi, sana veriyorum, Mahakashyapa. Sessizlikteyken mesajı alabilecek olan kişiyi bulana kadar onu sakla.”

Bir Zen ustası müritlerine sordu: “Sır neydi? Nilüferle ne verilmişti? O anda ne oldu?” Bir mürit kalktı, dans etti ve dışarı koştu. Ve Usta, “Doğru. Bu tam olarak odur” dedi.

Ancak aynı manastırdaki başka bir usta bu ustayı geceleyin görmeye gelmişti ve “Bu kadar çabuk kabullenmemelisin; kabulünün çok erken olduğundan şüphe duyuyorum” dedi.

Bunun üzerine usta dans eden ve “Evet, bu o” dediği müridinin yanına gitti. Gece oraya gitti ve aynı soruyu yeniden sordu: “Nilüferde Buda’nın Mahakashyapa’ya verdiği şey nedir? Mahakashyapa güldüğünde anladığı şey neydi? Neydi o? Söyle bana.”

Genç adam dans etti. Ve usta ona sertçe vurdu! “Bu yanlış, kesinlikle yanlış.”

Mürit “Ancak daha bu sabah onun doğru olduğunu söylemiştiniz” dedi.

Ve usta, “Evet. Sabahleyin o doğruydu, geceleyin o yanlış. Sen tekrar ediyorsun. Sabah onun bir yanıt olduğunu sanmıştım. Şimdi anlıyorum ki o bir tepki” dedi.

Eğer o bir yanıtsa soru her sorulduğunda cevap değişmek zorundadır. Soru aynı olabilir ama hiçbir başka şey aynı değildir. Sabahleyin usta sorduğunda güneş doğuyordu ve kuşlar şakıyordu ve topluluk…bin tane rahip meditasyon halinde oturuyordu: O bütünüyle farklı bir dünyaydı. Evet soru aynıydı, sözel formül aynıydı. Ancak bütün değişmiştir, Gestalt değişmiştir. Geceleyin o bütünüyle farklıdır; usta koğuşta müritle yalnızdır. Güneş artık gökyüzünde yoktur ve kuşlar artık şakımıyorlardır ve başka görecek kimse yoktur. Usta değişmiştir. Bu saatler boyunca nehir akmaya devam etti, yeni çayırlara girdi, yeni alanlara girdi. Soru sadece aynıymış gibi görünür. Fakat mürit sabitlenmiştir. “İyi, ben cevabı biliyorum” diye düşünür.

Hayır, gerçek hayatta yanıtı kimse bilmez. Gerçek hayatta yanıt verebilir olmalısın. Gerçek, hayatta cevapları önceden hazırlanmış, sabitlenmiş, klişe olarak taşıyamazsın. Bu mürit ıskalamıştır.

Karakteri olmayan bir insan, felsefesi olmayan, her şeyin nasıl olması gerektiği hakkında belirli bir fikre sahip olmayan bir insandır. O ne olursa olsun açık kalır. O bir aynadır; o yansıtır.

Hiç izlemedin mi? Eğer aynanın önüne geçersen, eğer öfkeliysen ayna öfkeli yüzünü yansıtır; eğer gülüyorsan ayna senin gülen yüzünü yansıtır. Eğer yaşlıysan ayna senin yaşlı yüzünü yansıtır, eğer gençsen ayna senin gençliğini yansıtır. Aynaya, “Dün beni gülerken yansıttın, bugün ise beni bu kadar öfkeli ve üzgün yansıtıyorsun? Ne demek istiyorsun? Sen tutarsızsın. Sende hiç karakter yok! Seni evden dışarı atacağım” diyemezsin.

Aynanın bir karakteri yoktur. Ve gerçek insan bir ayna gibidir.

Zen yargılayıcı değildir. Zen değerlendirici değildir. Zen hiç kimseye herhangi bir karakteri dayatmaz. Çünkü bir karakteri dayatmak için iyi ya da kötü bir değerlendirmeye ihtiyaç duyarsın. Bir karakter dayatmak için olmalılar ve olmamalılar yaratmak zorunda kalacaksın; buyruklar vermek zorunda kalacaksın. Bir karakter dayatmak için bir Musa olmak zorunda kalacaksın; bir Bodhidharma olamazsın. Bir karakter dayatmak için korku ve açgözlülük yaratmak zorunda kalacaksın. Aksi taktirde seni kim dinleyecek? Bir B.F. Skinner olman ve insanlara fareler gibi davranman gerekecektir: Onları eğit, onları cezalandır, ödüllendir onları, böylelikle onlar belirli kalıpların içine girmeye zorlanırlar.

Sana yapılmış olan şey budur. Anne baban sana bunu yapmıştır, eğitimin sana bunu yapmıştır, toplumun, devletin bunu yapmıştır. Zen der ki: Artık yeter, ondan kurtul. Tüm bu saçmalığı bırak, kendin olmaya başla. Bu, Zen seni bir kaos içinde bırakır anlamına gelmez. Hayır, tam tersi. Zen, sana bir karakter vermekten ve karaktere hükmetmek için bir vicdan vermektense, sana bilinç verir.

Fark hatırlanmalı, not edilmelidir. Tüm diğer dinler sana vicdan verir. Zen sana bilinç verir. Vicdan demek, “Bu iyidir, bu kötüdür. Bunu yap, bunu yapma” demektir. Bilinç basitçe “Bir ayna ol, yansıt, yanıt ver” demektir. Yanıt doğrudur, tepki yanlıştır. Sorumlu olmak demek, belirli kuralları takip etmek değildir; sorumlu olmak demek yanıt verebilme kapasitesine sahip olmak demektir.

Zen seni içerden ışıldatır. Dışardan bir zorlamayla değil; dışardan yetiştirmekle değil; o sana bir zırh, bir savunma mekanizması sağlamaz. O senin çeperini umursamaz, o basitçe senin içindeki merkezde, tam merkezinde bir lamba yaratır. Ve bu lamba büyümeye devam eder…ve bir gün senin tüm varlığın ışıldar.
Bu Zen tavrı, bu yaklaşım nasıl ortaya çıkar? O meditasyondan ortaya çıkmıştır. O meditasyon halindeki bilincin en yüksek doruğudur. Eğer meditasyon yaparsan yavaş, yavaş göreceksin: Her şey iyidir, her şey olması gerektiği gibidir. Tathata, oluş ortaya çıkar. O zaman bir hırsızı gördüğünde onun dönüştürülmesi gerektiğini düşünmezsin; basitçe yanıt verirsin. O zaman onun kötü olduğunu düşünmezsin. Ve sen bir adam hakkında kötü, şeytani diye düşünmediğinde adamın dönüşmesi için bir olasılık yaratıyorsun. Adamı olduğu haliyle kabul ediyorsun. Ve bu kabul dönüşümdür.

Bunun hayatında da olduğunu gözlemledin mi? Kim seni bütünüyle, koşulsuzca kabul ederse değişmeye başlarsın. Onun kabulü sana böyle bir cesaret verir… Seni olduğun gibi seven birisi varken, bir şeyin değişmesi, hemen, hızla bir şeyin değişmeye başlaması mucizesinin gerçekleştiğini görmedin mi? Olduğun gibi kabul edilmenin kendisi —senden hiçbir şey beklenmiyor— sana can katar, seni bütünleştirir, seni kendine güvenli kılar, sana güven verir. Seni kendin gibi hissettirir. O zaman beklentileri yerine getirmene gerek yoktur, sen OLABİLİRSİN, o zaman senin orijinal varlığına saygı duyulur.

Sana tamamıyla saygı duyan —çünkü tüm yargılar saygısızlıktır— seni olduğun gibi kabul eden, senden herhangi bir talepte bulunmayan, sana “Olduğun gibi ol. Gerçekten kendin ol. Seni seviyorum. Seni seviyorum yaptığın şeyi değil. Kendi içindeki halinle seni, senin en derindeki özünü seviyorum; senin çeperin ve elbiselerin hakkında endişe etmiyorum. Senin varlığını seviyorum; sahip olduğun şeyi değil. Ben senin sahip olduğun şeyle ilgilenmiyorum, ben yalnızca tek bir şeyle ilgiliyim: Ne olduğunla. Ve sen muazzam bir güzelliğe sahipsin” diyen tek bir kişi bile bulabilsen…

Sevgi budur. Bu yüzden sevgi bu kadar besleyicidir. Seni basitçe—herhangi bir neden için değil, sırf sevgi uğruna— seven bir erkek yahut kadın bulabildiğinde, sevgi dönüştürür. Birden sen, daha önce hiç olmadığın başka bir insansın. Ansızın tüm üzüntü kaybolur, tüm cansızlık gider. Ansızın adımında bir dans, yüreğinde bir şarkı bulursun. Başka bir yönde ilerlersin; bir zarafet ortaya çıkar.

Bunu izle: Seni ne zaman birisi sevse, sevgi olgusunun kendisi yeterlidir. Soğukluğun kaybolur, ısınmaya başlarsın. Kalbin artık dünyaya kayıtsız değildir. Çiçeklere daha çok bakarsın; bir kadın gözlerinin içine baktığı için, bir erkek gözlerinin içine baktığı için ve seni tamamıyla, istisnasız kabul ettiği için…gökyüzünün bir mesajı vardır. Bu sürekli olmaz çünkü insanlar çok ahmaktır. Bu balayı er ya da geç —bir hafta, iki hafta, en fazla üç haftada— kaybolur. Er ya da geç kadın beklenti duymaya başlar ve erkek beklenti duymaya başlar: “Bunu yap. Şunu yapma.” Ve sen yeniden geriye çekilirsin, sen artık gökte değilsin. Yeniden ağırlaştın, sevgi kayboldu. Şimdi kadın senin cüzdanınla daha çok ilgili. Şimdi erkek yiyeceğiyle daha çok ilgili. Evi düzenlemek, aileyi düzenlemek ve bin bir tane detay ama artık siz birbirinizin varlığıyla uyumlu değilsiniz.
Eğer bu ahenk kalırsa her şey iyidir. Bin bir tane şey yapmaya devam edersin, hiçbir şey bozulmaz. Ancak eğer bu ahenk kaybolursa birbirinizi kanıksamaya başlarsınız. Bu üç hafta içerisinde birbirinizi etiketlediniz. Etiketlemenin sonunda balayı bitmiştir.

Zen aşka inanır. O, kurallara, kanunlara inanmaz. O dışsal herhangi bir disipline inanmaz, o içsel olana inanır. O sevgiden kaynaklanır, o saygıdan, güvenden kaynaklanır. Meditasyon yapmaya başladığında varoluşa güven duymaya başlarsın. Farkı gör: Bir Hıristiyan’a yahut bir Hindu’ya sorarsan güven ilk talep edilendir. O der ki: “Varoluşa güven; o zaman Tanrı’nın ne olduğunu bileceksin.” Zen’de bu ilk talep edilen şey değildir. Zen der ki: Meditasyon yap. Meditasyonun içinden güven ortaya çıkar ve güven varoluşu ilahi yapar. Tathata meydana çıkar, oluş ortaya çıkar.

Şayet her şeyin Tanrısal olduğunu bilirsen, nasıl kınamaya devam edebileceksin? Sözde Vedantinler Hindistan’da şöyle derler: “Her şey Brahmadır.” Ama onlar yine de kınamaya devam ederler. Onlar hâlâ kişinin bir günahkâr ve bir aziz olduğunu ve azizin cennete ve günahkârın da cehenneme gideceğini söyler. Eğer her şey Brahma ise, her şey Tanrıysa bu saçma gelir. O zaman sen nasıl bir günahkâr olabilirsin? O zaman senin içindeki günahkâr Tanrıdır. Tann nasıl cehenneme gidebilir?

Zen her şeyin ilahi olduğunu bildiğinden her şey Tanrıdır der. Ama onlar “tanrı” sözcüğünü kullanmazlar bile çünkü diğer dinler sözcüğü çok berbat bir şekilde bozmuştur, kirletmiştir, onu zehirlemiştir. Onlar “tanrı” sözcüğünü kullanmaz. Meditasyon yaptığında ve yavaş, yavaş şeyleri olduğu gibi görmeye başladığında, her şeye olduğu haliyle saygı duymaya ve güvenmeye başlarsın, bir güven oluşur. Bu güven tathata’dır, oluştur.
Tathata varoluşun birbiriyle bağlantılı olduğu vizyonuna önderlik eder. O zaman tüm evren organik bir bütün gibi işleyen tek bir birimdir. Onların bunun için belirli bir sözcükleri vardır, ona şöyle derler: “Jiji muge hokka.” Tüm evrenin bölünmez olduğunu, -o gerçekten tek bir evrendir (universe), çoklu bir evren(multiverse) değildir- her şeyin her şeyle birleştiğini; günahkârlar ve azizlerin ve tüm benzerlerinin hepsinin aynı şeyin parçası olduğunu, ayrı olmadıklarını; iyi ve kötünün birleştiğini bilirsin. Tıpkı karanlık ve ışığın birleştiği, tıpkı yaşamla ölümün birleştiği gibi, aynı şekilde iyi ve kötü de birleşir.
Her şey birbiriyle bağlantılıdır. Bu bir ağdır, güzel bir örgüdür.

Berenson’un şu sözlerini dinle:
“Yazın ilk günlerinde bir sabahtı. Gümüş bir sis perdesi ıhlamur ağaçlarının üzerinde parıldıyor ve titreşiyordu. Hava yumuşaklık ile doluydu. Hatırlıyorum…bir ağaç kütüğüne tırmanmıştım ve aniden bir o olma halinin içine çekildim. Onu bu sözcükle adlandırmadım; bu ruh halinde hiçbir sözcük yoktu. O bir his dahi değildi. Sözlere ihtiyacım yoktu. O ve ben birdik. Basitçe o oradaydı, bir rahmet.”

Tathata varoluşun bir olduğunu, her şeyin birbiriyle ilişkili olduğunu ansızın anladığın bir ana erişmek demektir. Ve her şeye gereksinim vardır: Kötüye iyi kadar ihtiyaç vardır. İsa tek başına yeterli değildir Yahuda bir zorunluluktur. Yahuda olmadan İsa o kadar zengin olmayacaktır. Yahuda’yı İncil’den çıkart ve İncil çok şey kaybeder. Yahuda’yı İncil’den kaldır ve İsa nerededir? İsa nedir? Yahuda kontrast verir; o arka planı oluşturur. O, İsa’nın üzerinde gümüş bir desen olduğu kara bir perde olur. Kara perde olmadan gümüş desenler yoktur. İsa Yahuda’ya şükran duymalıdır. Ve havarilerin ayaklarını yıkarken ilk olarak Yahuda’nınkini yıkamış olması bir rastlantı değildir. Ve sonra elveda derken, hoşça kalın derken Yahuda’yı diğer herkesten daha çok kucakladı, Yahuda’yı herkesten daha çok öptü. O, onun en önde gelen havarisiydi.
Şimdi, bu bir gizemin ardındaki gizemdir. Asırlardır ezoterik çevrelerde İsa’nın bizzat kendisinin bunu planladığı söylentileri vardır. Gurdjieff buna çok inanmıştı. Ve Yahuda’nın basitçe İsa’nın emirlerini -ona ihanet etmeyi, onu düşmanlara satmayı— yerine getirmiş olması için her türlü olasılık mevcuttur. Ve bu daha mantıklı görünür. Çünkü Yahuda ne kadar kötü bir insan olursa olsun, İsa’yı sadece otuz gümüş paraya satması…çok aşırı gözüküyor. Yahuda İsa ile çok uzun zaman birlikteydi ve havarilerin en zekisiydi. O yegâne eğitimli olandı, o yegâne entelektüel olarak adlandırılabilecek olandı. Aslında o İsa’nın kendisinden bile daha bilgiliydi.

İsa’yı sadece otuz gümüş paraya satmak çok aşırı geliyor. Hayır. Ve ne oldu biliyor musun? İsa öldüğünde, ertesi gün Yahuda intihar etti. Hıristiyanlar bundan fazla bahsetmezler, bunun üzerinde konuşulması farzdır. Niye o intihar etti? Onun işi tamamlanmıştı: Ustasıyla birlikte gitmeliydi. Ustasını otuz gümüş paraya satabilen bir adamın intihar edecek kadar suçluluk hissedebileceğini düşünebiliyor musun? İmkânsızdır. Niçin umursasın? Hayır, o basitçe ustasından gelen emri uyguladı. Hayır diyemezdi; onun teslimiyetinin bir parçası buydu. Evet demek zorundaydı. Ustaya hayır denemez. Bu planlanmıştı. Bunun bir nedeni vardı: Sadece çarmıha gerilme sayesinde İsa’nın mesajı dünyada baki kaldı. Çarmıha gerilme olmasaydı Hıristiyanlık diye bir şey olmayacaktı. Bu yüzden ben Hıristiyanlığı (Christianity) “Haççılık” (crossianity) olarak adlandırıyorum. O Hıristiyanlık değildir. Çünkü sadece İsa yetmez, onun gerçekleşmesi için haça da ihtiyaç vardır.
Her şeyin içindeki karşılıklı ilişkileri görmeye başladığında Yahuda da İsa’nın olduğu kadar oyunun bir parçası haline gelir. O zaman Şeytan Tanrı’nın meleğinden başka birisi değildir ve ben ona günahkâr melek demiyorum. Belki de dünyadaki çok büyük bir görev için Tanrı’nın kendisi tarafından gönderilmiştir; belki onun en yakın havarisidir.

Şeytan (devil) ilahi (divine) ile aynı kökten gelir. Bu anlamlıdır. Evet, Şeytan da ilahidir.

Sasaki şöyle der:
Öğretmenim bunun hakkında konuşurken şöyle dedi: “Şimdi kendin hakkında düşün. Sen ayrı bir varlık, bir ada olduğunu zannediyorsun. Ama değilsin. Annen ve baban olmadan sen olmazdın. Onların anne ve babaları olmasaydı, onlar olmazlardı ve sen olmazdın.”

Ve bu böyle gider: Başlangıcı olmayan başlangıca kadar gidebilirsin. Geriye doğru gidebilirsin. Ve varoluşta şimdiye kadar gerçekleşmiş olan, senin olman için gerçekleşmiş olan her şeyi bulacaksın. Aksi taktirde sen olmazdın. Sen o kadar çok her şeyle bağlantılısın. Sen uzun, sonsuz bir zincirin sadece küçük bir parçasısın. Olan her şey senin içindedir, geçip gitmiş olan her şey senin içindedir. Şu anda sen senden önce gelmiş olan her şeyin doruğusun. Senin içinde tüm geçmiş vardır. Fakat hepsi bu değildir. Senden senin çocukların ve onların çocuklarının çocukları gelecektir…ve bu böyle devam edip gider.

Senin eylemlerinden onların sonucu olan eylemler gelecektir ve sonuç olarak oluşan eylemler diğer sonuçlara ve o sonuçlardan da diğer eylemlere geçilecektir. Sen yok olacaksın ama her ne yaptıysan devam edecek. Onun çağlar boyunca, en sonuna kadar yankıları olacaktır.

Bu nedenle tüm geçmiş senin içinde mevcuttur ve tüm gelecek de. Tam şu an geçmiş ve gelecek, sonsuzluk her iki yönde sende buluşur.

Şu an tümüdür, sen tümüsün. Bütün sende mevcut olduğu için, bütün senin içinde tehlikededir. Bütün senin içinde çakışır.

Bir çimene dokunduğunda tüm yıldızlara dokunduğun söylenir. Çünkü her şey diğer her şeyin içinde mevcuttur, her şey diğer her şeyin içindedir.

Zen bütünün tüm parçalarının içinde mevcut olmasına “jiji muge hokkai” der. Bu evrensel bir ağ kavramıyla gösterilir. Bu ağa Hindistan’da “İndra’nın Ağı” denir. Dikey olarak zamanı temsil eden, yatay olarak boşluğu temsil eden evren boyunca genişleyen büyük bir ağ. Ağdaki ipliğin diğeri ile çakıştığı her noktaya tek bir varoluşun sembolü olan kristal tane denir. Her kristal zerre yüzeyinde sadece ağın üzerindeki diğer zerreyi değil, her bir yansımanın yansımasının zerresi üzerindeki her bir bireysel zerreyi de yansıtır. Birbirinin sayısız, sonsuz yansımaları; buna jiji muge hokkai denir.

Gautam Buda elinde tek bir nilüferi tutarken, bu jiji muge hokkai’yi gösteriyordu. Mahakashyapa, bunu anladı. Mesaj buydu: Bu küçük nilüferin içinde her şey mevcuttur. Tüm geçmiş, tüm gelecek, tüm boyutlar mevcuttur. Bu küçük çiçekte her şey açmıştır ve açacak olan diğer her şey bu küçük nilüfer içinde vardır. Mahakashyapa güldü; mesajı anlamıştı: jiji muge hokkai. Bu yüzden çiçek Mahakashyapa’ya sözcüklerin ötesine geçmek için bir bilet olarak verildi.

Bu yüzden Budist şefkati her şey içindir, minneti her şey içindir ve saygısı her şey içindir. Çünkü her şey herkesin içinde mevcuttur. Şimdi bir Zen hikâyesi: ,

Bir akşam Shichiri Kojun sutraları ezberinden okurken hayatını yahut parasını talep eden keskin kılıçlı bir hırsız içeri girdi. Shichiri ona, “Beni rahatsız etme. Şu çekmecede parayı bulabilirsin” dedi. Sonra da okumasına devam etti.
Kınamak yok, yargılamak yok. Basit bir kabul; sanki bir hırsız değil, hafif bir esinti içeri girmiştir. Gözlerinde en küçük bir değişiklik dahi yoktur; sanki bir hırsız değil bir dost içeri gelmiştir. Tavrında bir değişiklik yoktur. “Beni rahatsız etme, şu çekmecede parayı bulabilirsin, sutralarımı okuduğumu görmüyor musun? En azından para gibi aptalca bir şey için sutraları okuyan bir adamı rahatsız etmeyecek kadar saygılı olmalısın. Git ve kendin bul! Ve beni rahatsız etme” der.

Şimdi bak: O hırsıza çalmaya gelmiş olduğu için karşı değildir. O hırsıza para peşinde olduğu, para takıntısı olduğu için karşı değildir. Hayır böyle bir şey yoktur. Basit bir kabul: O böyle birisi. Ve kim bilebilir? O böyle olmak ZORUNDA. Ve niye ben kınayayım? Ben kimim? Eğer beni rahatsız etmeyecek kadar nazikse bu yeterlidir ve başka birisinden bu kadarcık bir şey beklemek yeterlidir. Bu yüzden beni rahatsız etme.
Kısa bir süre sonra durdu ve “Hepsini alma. Yarın bazı vergiler ödemem gerekiyor” dedi.
Özünü anla: Son derece dostça, bunda bir düşmanlık yoktur. Ve bir düşmanlık olmadığı için, onda korku yoktur. Ve kınama olmadığı için böylesi derin bir saygı olduğu için onun bırakacağına güvenebilir. Bu kadar gönülden verdiğinde güvenebilirsin. İnsanların en kötüsü bile en azından senin ona karşı hissettiğin kadar saygı duyacaktır. O saygı duyacaktır, sen güvenebilirsin. Birisine güvendiğinde, yargılamadığında ve kötülemediğinde onun sana güvenebileceğine güvenebilirsin. O basitçe “Hepsini alma. Yarın bazı vergiler ödemem gerekiyor” dedi.

Davetsiz misafir paranın çoğunu aldı ve gitmeye hazırlandı. “Birisi sana bir armağan verdiğinde teşekkür et…”
Şimdi, adamın şefkatine bak. Onu bir hırsız olarak adlandırmıyor. Diyor ki: “Birisi sana bir armağan verdiğinde teşekkür et.” O dönüştürüyor, onun vizyonu tamamen farklı. O bu adamın suçlu hissetmesini istemiyor; onun şefkati muazzamdır. Aksi taktirde bir süre sonra o suçlu hissetmeye başlayacaktır. Onun suçlu hissetmesi kaçınılmazdır —her şeyden önce, pek fazla bir şeyi olmayan yoksul bir keşişten, fakir bir dilenciden çalmak, zaten bu kadar vermeye hazır olan, seni böylesine bütün bir şekilde kabul eden bir adamdan çalmak— bu adam suçluluk duyacaktır, bu adam pişmanlık duyacaktır. Eve döndüğünde uyuyamayacaktır. Sabahleyin affedilmek için geri gelebilecektir.

Hayır, bu iyi olmayacaktır. Zen hiçbir şekilde suçluluk yaratmak istemez. Zen tam olarak böyle bir şeydir: Hiçbir suçluluk yaratmayan bir dindir. Bir din çok kolaylıkla suçluluk yaratabilir, diğer dinlerin yapmış olduğu şey budur. Ancak sen suçluluk yarattığında, iyileştireceğin şeyden çok daha kötü bir şey yaratmış olursun. Zen hiç kimsede hiçbir suçluluk yaratmaz.

Şimdi o diyor ki, “Birisi sana bir armağan verdiğinde teşekkür et! Bu kadarını da mı bilmiyorsun? Ben sana onu veriyorum, sen onu benden çalmıyorsun.” Ne farkı var! O aynı şeydir.

Zen’in söylediği şey budur: Senden bir şey alınmasındansa ver. Ve hayat hakkındaki tüm vizyon budur. Ölüm gelmeden evvel her şeyi ver, böylelikle ölümün suçluluk hissetmesine gerek kalmaz. Hayatını bir armağan olarak ölüme ver. Zen’in dünya işlerinden vazgeçmesi bu şekildedir. Bu Hindu yahut Katolik münzeviliğinden çok farklıdır; onlar almak için verirler. Zen dünyanın hiçbir yerinde suçluluk oluşmaması için verir; geride hiç suçluluk kalmaz.

Adam teşekkür etti ve kayboldu. Birkaç gün sonra adam yakalandı ve diğerleriyle birlikte Shichiri’ye karşı işlediği suçu itiraf etti. Shichiri tanık olarak çağrıldığında, “Bu adam, söz konusu ben olduğumda hırsız değildir. Parayı ona ben verdim ve bana bunun için teşekkür etti” dedi.

Görebiliyor musun? Ne kadar saygılı! Ne kadar engin bir saygı! Adama —bir hırsıza— karşı ne kadar koşulsuz bir saygı!

Şayet bu Shichiri bir Hıristiyan azizi olsaydı, adamı cehennemde —hem de sonsuza kadar cehennem— ıstırap çekmeye hazır olması gerektiği şeklinde tehdit ederdi. Şayet o bir Hindu rahibi olsaydı, hırsızlık olmaması gerektiği konusunda uzun bir vaaz verir ve cehennem ateşine atılacağıyla korkuturdu. Kâbus gibi bir cehennem resmi çizerdi ve paranın gereksizliği üzerine vaaz verirdi.

Bak: Zen ustası paranın gereksizliğiyle ilgili hiçbir şey söylemez. Aslında o, “Benim için birazını bırak; sabahleyin ona ihtiyacım olacak” der. Para bir amaca hizmet eder. Kişi şu ya da bu şekilde paraya takıntılı, ona karşı ya da onun yanında olmamalıdır. Para kullanışlıdır. Sadece para için yaşamana gerek yoktur ve paraya karşı olmana da gerek yoktur. O sadece kullanışlıdır. Benim paraya karşı tavrım şudur: Paranın kullanılması gerekir, o bir araçtır.

Din dünyasında para çok aşırı bir şekilde kötülenmiştir; dindar insanlar paradan çok korkar. Korku baş aşağı duran hırstan başka bir şey değildir. O şimdi korkmuş hale gelmiş olan hırstır. Eğer bir Hindi azizin yanına elinde parayla gidersen gözlerini kapayacaktır, paraya bakmayacaktır. Paradan bu kadar korku? Gözlerini niye kapatasın? Paranın pislik olduğunu söyleyip durur; ama pisliğe bakarken asla gözlerini kapatmaz. Bu çok mantıksızdır. Aslında eğer para pislikse gözlerini yirmi dört saat kapalı tutmalıdır çünkü pislik her yerdedir. Para pisliktir? O zaman pislikten niye bu kadar korkasın? Bu korku nedir?

Zen’in bütünüyle farklı ve kökten bir yaklaşımı vardır. Usta paranın kötü bir şey olduğunu ve başka insanların paralarına bakmaman gerektiğini söylemez. Onun başka insanlarla ne alakası var? Para kimseye ait değildir. O nedenle birisine, “Sen bir hırsızsın” demek özel mülkiyete inanmak demektir. Bazılarının onu doğru şekilde, bazılarının yanlış biçimde onu elde edebileceğine; birisinin ona sahip olmayı hak ettiğine ve bazılarının böyle bir hakkı olmadığına inanmaktır.

Çalmak dünyadaki kapitalist zihin yüzünden kötülenir; o kapitalist zihnin bir parçasıdır. Kapitalist zihin paranın birisine ait olduğunu söyler: Doğru bir sahibi vardır ve kimse ondan onu almamalıdır.

Fakat Zen hiçbir şey kimseye ait değildir, hiç kimse doğru sahip değildir der. Bu dünyaya nasıl sahip olacaksın? Bu dünyaya boş ellerle geldin, onun dışına da boş ellerle çıkacaksın; ona sahip olamazsın. Ona hiç kimse sahip olamaz. O kimsenin değildir; biz onu kullanırız. Ve hepimiz onu kullanmak üzere bir aradayız. Mesaj budur: “Parayı al ama benim için de biraz bırak. Senin onu kullanmak üzere burada olman gibi, ben de onu kullanmak için buradayım.”

Ne kadar pratik, ne tavır! Ve paradan ne kadar özgür! Ve mahkemede “Bu adam bir hırsız değildir…” dedi. O bu hırsızı bir dosta dönüştürmüştür. Der ki, “…söz konusu ben olduğumda. Diğerlerini bilmiyorum; başkalarını nereden bilebilirim? Bu kadarını biliyorum: Parayı ona ben verdim ve bana bunun için teşekkür etti. O bitti, hesap kapandı. Artık bana bir borcu yok. Bana onun için teşekkür etti; daha başka ne yapabilirdi ki?”

En iyi ihtimalle biz teşekkür edebiliriz. Varoluşa bize vermiş olduğu her şey için teşekkür edebiliriz; başka ne yapabiliriz ki?

Hapiste yattığı süre dolduğunda adam Shichiri’ye gitti ve müridi oldu.

Shichiri gibi bir adamla başka ne yapabilirsin? Bir mürit olmak zorundasın. O bir hırsızı bir sannyasine dönüştürmüştür. Bir ustanın simyası budur, o hiçbir fırsatı kaçırmaz. Her ne fırsat varsa onu kullanır: Bir hırsız bile ustaya gelse bir sannyasin olarak döner.

Bir ustaya gelmek demek dönüşüme uğramak demektir. Başka bir şey için gelmiş olabilirsin, usta için gelmemiş bile olabilirsin; hırsız usta için orada değildi. Aslında bu kulübede bir usta olduğunu bilseydi, buna hiç de cesaret edemezdi. O sadece para için gelmişti; o, kaza eseri ustaya denk gelmiştir. Ancak bir buda ile kazayla bile buluşsan, seni tamamıyla değiştirecektir. Asla aynı adam olmayacaksın.

Çoğunuz rastlantı eseri buradasınız. Beni aramıyordunuz, benim peşimde değildiniz. Bin bir tane rastlantı sonucu buraya vardınız. Ama gitmek giderek daha da zor geliyor.

Bir usta vaaz vermez, ne yapılması gerektiğini asla söylemez. Bodhidharma, “Zen’in söyleyecek hiçbir şeyi yoktur ama Zen’in gösterecek çok şeyi vardır” der. Bu usta bu hırsıza bir yol gösterdi. O, bu adamı değiştirdi ve onu öylesine büyük bir beceriyle yaptı ki. O muhteşem bir cerrah olmalı; bu adamın kalbine ameliyat yaptı…ve hiç ses duyulmadı. O bu adamı bütünüyle yok etti ve o adamı yeniden yarattı. Ve adam ne olduğunun farkında bile olmamıştı. Bir ustanın mucizesi budur.

Bir Zen sutrası der ki: “Anlayış sahibi bir insan hatayı reddetmez.” Buna rast geldiğimde kalbim dans etti. Bu sutrayı yüreğinin en derininde tekrar et: Anlayış sahibi bir insan hatayı reddetmez.

Ve sutra üzerine konuşan, yorumlayan diğer bir usta — adı Ohasama’dır— şöyle bir yorum yapmıştır: “Her şeyden önce hakikat aranmamalıdır çünkü o her yerde mevcuttur, hatta hatada bile. O nedenle hatayı reddeden bir kimse hakikati de reddetmiştir.”

Bu insanlar muhteşemler! Hatayı reddeden kişi hakikati de reddetmiştir. Bunun güzelliğini görüyor musun? Radikal, devrimci duruşunu? Shichiri adamı hırsız olduğu için reddetmemiştir; adamı hatası yüzünden reddetmemiştir. Çünkü hatanın ardında ilahi bir varoluş, bir tanrı vardır. Hatayı reddet ve Tanrı’yı da reddedersin. Hatayı reddet ve onun ardında gizlenmiş hakikati de reddetmiş olursun.

O hakikati kabul etmek için hatayı da kabul eder. Bir kez hakikat ortaya çıktığında, kabul edildiğinde, yayıldığında hata kendiliğinden kaybolur. Karanlıkla savaşmana gerek yoktur; anlamı budur. Basitçe bir kandil yak. Karanlıkla savaşman gereksizdir, sadece bir kandil yak. Usta adamda bir kandil yakmıştır.
Tamamen aynı ama biraz daha çok Zen: Başka bir Zen ustasıyla ilgili bir başka hikâye vardır; neredeyse aynı ama daha çok Zen.

Bir gece yarısı Usta Taigan mektup yazarken elinde keskin bir kılıçla bir hırsız odaya girdi. Hırsıza bakarken usta, “Hangisini istersin, hayatımı mı, paramı mı?” diye sordu.

Şimdi, bu daha çok Zen’dir: Hırsıza herhangi bir şey söyleyecek bir fırsat dahi tanımaz. Shichiri en azından hırsıza bir şans vermişti, Shichiri’de hırsız sormuştu: Bir akşam Shichiri Kojun sutraları ezberinden okurken hayatını yahut parasını talep eden keskin kılıçlı bir hırsız içeri girdi. Taigan bunu geliştirmiştir. Belki Taigan sonradan takip etmiştir; Shichiri’nin öyküsünü duymuş olmalı. O hırsıza bu kadar fırsat dahi tanımaz. Bu hırsıza der ki: “Hangisini istersin, hayatımı mı, paramı mı? Her ikisi de önemsizdir; hangisini istersen alabilirsin. Bu senin seçimin.”

“Para için geldim” diye yanıtladı, biraz korkmuş olarak.

Bu adam —o böylesi bir ejderha ile hiç karşılaşmamıştır— diyor ki: “Hangisini istersin, hayatımı mı, paramı mı?” Ve vermeye son derece hazır: “Seçebilirsin.” Hiçbir kötüleme, bu tarz hiçbir şey yok. Hayatını seçmiş bile olsaydı Taigan vermiş olurdu. Senden alınabilecek her şeyi vermek daha iyidir. Er ya da geç bir gün hayat bile yok olacaktır; o halde onun hakkında endişelenmeye ne gerek var? Ölüm geliyor; bırak bu hırsız biraz tadını çıkartsın.

“Para için geldim” diye yanıtladı, biraz korkmuş olarak.

Usta cüzdanını aldı ve adama “Burada!” diyerek uzattı. Sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi mektubuna döndü.

Hırsız korkudan donakalmıştı, çok rahatsız olmuş bir şekilde odayı terk etti. “Hey! Dur bir dakika.’” diye usta bağırdı. Hırsız ürpererek geride durdu. “Niçin kapıyı kapatmıyorsun?” dedi usta.

Günler sonra hırsız polis tarafından yakalandı ve “Yıllardır soygunculuk yapıyorum ama bu Budist usta arkamdan ‘Hey! Dur bir dakika!’ dediğinde hissettiğim gibi bir korku yaşamadım. Hâlâ ürperiyorum. Bu adam çok tehlikeli ve ben onu asla unutmayacağım. Ve hapisten salıverildiğim gün bu adama gideceğim. Böyle bir adamla hiç karşılaşmamıştım; ne nitelikli adam! Elimde keskin bir kılıç vardı ama bu hiçbir şeydi. O keskin bir kılıçtı.

Sadece şu sözler —”Hey! Bekle bir dakika!”— ve hırsız “Hâlâ ürperiyorum” dedi.

Bir ustanın yakınına geldiğinde seni öldürecektir. Sen bir ustayı nasıl öldürebilirsin ki? Elinde keskin bir kılıç dahi olsa bir ustayı öldüremezsin; usta seni öldürecektir. Ve o seni öyle incelikli bir şekilde öldürür ki sen asla öldürülmüş olduğunu fark edemezsin. Sen sadece yeniden doğduğunda fark edersin. Bir gün ansızın sen artık eskisi gibi değilsindir. Ansızın bir gün her şey tazedir ve yenidir; kuşlar şakıyor ve içinde yeni yapraklar büyüyor. Durgun nehir yine akıyor, sen okyanusa doğru ilerliyorsun.

Bir başka Zen öyküsü:

Bir Zen ustası pek çok kereler hapse atılmıştı.

…Şimdi, bir adım daha ötesi! Bu Zen insanları gerçekten eksantrik insanlar, çılgın insanlardır; ama güzel şeyler yaparlar. “Bir Zen ustası pek çok kereler hapse atılmıştı.” Şimdi, bir hırsızı affetmek bir şeydir, onun kötü olmadığını düşünmek bir şeydir, kişinin kendisinin hapse girmesiyse bambaşka bir şeydir. Ve bir kez de değil, pek çok kez komşulardan küçük şeyler çaldığı için. Ve komşular biliyorlardı ve kafaları karışmıştı: Bu adam niye çalıyor? Ve bu kadar küçük şeyler. Ama hapisten çıkarıldığı an yeniden çalardı ve geri dönerdi. Yargıçlar bile endişelenmişti. Ama onu hapse göndermek zorunda idiler çünkü itiraf ediyordu. Asla, “Ben çalmadım” demezdi.

En sonunda komşular toplandılar ve dediler ki: “Efendim, artık çalmayın. Yaşlanıyorsunuz ve siz neye ihtiyaç duyuyorsanız size sağladık; ne olursa olsun tüm gereksinimlerinizi. Buna bir son verin! Çok endişeliyiz ve çok üzgünüz. Niçin bunu yapmaya devam ediyorsunuz?”

Ve yaşlı adam kahkaha attı ve dedi ki:

Mahkûmlarla buluşmak ve onlara manevi mesajlar götürmek için çalıyorum. Onlara kim yardım edecek? Siz dışarıdaki mahkûmlara yardım edecek pek çok usta var. Ancak hapishanenin içinde hiç usta yok. Onlara kim yardım edecek, siz bana söyleyin? İçeri girip bu insanlara yardım etmek için benim yolum budur. Bu nedenle cezam bittiğinde ve dışarı çıkarıldığımda, geri dönebilmek için yeniden çalmak zorundayım. Buna devam edeceğim. Ve hapiste öylesine güzel ruhlar, o kadar masum; bazen çok daha masum ruhlar buldum ki…”
Bir seferinde arkadaşlarımdan birisi Hindistan’daki bir eyalette vali olmuştu ve eyaletteki tüm hapishanelerin içine girmeme izin vermişti. Yıllar boyunca gittim ve şaşırdım. Hapishanedeki insanlar politikacılardan, zengin insanlardan, sözde azizlerden çok daha masumdular. Hindistan’ın neredeyse tüm azizlerini tanıyorum. Onlar çok daha kurnazdır. Suçluların arasında o kadar masum ruhlar buldum ki… Bu yaşlı Zen ustasının düşüncesini —çalmayı, yakalanmayı ve onlara, “Mahkûmlarla buluşmak ve onlara manevi mesajlar götürmek için çalıyorum” mesajını götürmesini— anlıyorum.

Zen’in hiçbir değer sistemi yoktur. Zen hayata yalnızca tek bir şey getirir ve o da farkındalıktır, anlayıştır. Farkındalıkla birlikte masumiyet de gelir. Ve masumiyet, iyinin ve kötünün de, her ikisinin de masumiyetidir. Masumiyet basitçe masumiyettir: O ayrım nedir bilmez.

Son hikâye. Bu Ryokan hakkındadır; o çocukların en büyük sevgilisiydi. Onun gibi bir karakterden beklenilebileceği gibi, bizzat kendisi de bir çocuktu. O İsa’nın bahsettiği çocuktu. O, o kadar masumdu ki, bir insanın bu kadar masum olabileceğine inanmak neredeyse mümkün değildi. Onda hiç kurnazlık, hiç kandırmaca yoktu. O öylesine masumdu ki insanlar onun biraz deli olduğunu zannederdi?

Ryokan çocuklarla oynamaktan hoşlanırdı. Saklambaç, yakartop, tamari oynardı. Bir akşam saklanma sırası onundu ve kendisini tarladaki bir saman baltasının altında çok iyi saklamıştı. Karanlık olmak üzereydi ve onun yerini bulamayan çocuklar oyun alanını terk ettiler.

Sabahın erken saatinde çiftçi geldi ve işine başlamak üzere saman balyasını kaldırdı. Ryokan’ı orada bulmanın şaşkınlığıyla bağırdı: “Oh, Ryokan-sama! Burada ne yapıyorsun?”

Usta cevap verdi, “Şşşt! Bu kadar yüksek sesle konuşma. Çocuklar beni bulacak!”

Tüm gece o balyanın altında çocukları bekliyor! Böylesi bir masumiyet Zen’dir ve böylesi bir masumiyet ilahidir. Böylesi bir masumiyet iyi ve kötü arasında bir ayrım tanımaz. Bu dünyayla öteki dünya arasında, şu ve bu arasında bir ayrım tanımaz. Bu masumiyet oluştur.

Ve bu oluş dindarlığın en derindeki özüdür.

OSHO

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder