21 Kasım 2010 Pazar

Farklı ben'leri iyileştirmek...

Kıskanç ve haset "BEN". Zayıf... Zayıf ki ne zayıflık... Hani kurumuş kalmış derler ya, aynen öyle... Küçücük, incecik, buruşmuş bedeni, saçları dökülmüş, geriye azıcık, yolunmuş bir kaç tüy kalmış... Ağlıyor, gözlerinden istemsiz yaşlar dökülüyor. Kırış kırış yüzü, alnında iki kaşının arası nasıl da buruşmuş hep surat asmaktan. "Kıskançlık, haset insanı bitirip tüketiyormuş demek ki" diye geçiyor içimden. Onu alıyorum, kucaklıyorum. Kollarımın arasında sallıyorum. "Hiç bir şeye ihtiyacın yok" diyorum sessizce. "İhtiyacın olan herşey sende var zaten" diyorum, "başkalarında olup da sende olmayan bir şey yok". "Bak "BEN" buradayım" diyorum, "ben bütün ihtiyaçlarını, isteklerini, arzularını, dileklerini, özendiklerini karşılamak için buradayım". "Ben sana söz veriyorum" diyorum, "seni seviyorum" diyorum tekrar tekrar. Defalarca. Yüzü gülene kadar, gözleri ışıyıncaya kadar. "Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum"... Uyutuyorum onu, yüzündeki huzur ifadesini gözlüyorum. Gözyaşlarını kuruluyorum, öpüyorum, seviyorum tekrar tekrar. Kırmızı bir kutuya yatırıyorum onu, yumuşacık, hep rahat edeceği bir yere. Kutunun kapağını kapatıyorum, üzerine kırmızı kurdelalar takıyorum, süslüyorum, değerli şeylerimi sakladığım rafa kaldırıyorum onu...

Öfkeli, kızgın "BEN". Uzun, zayıf, saldırgan... Koşuyor, sürekli koşuyor, koşarken bağırıyor, bağırırken tükürükler saçıyor etrafa, yumruklar atıyor boşluğa. Oturuyorum, elimde bir şişe su... O koşuyor. Önümden geçiyor, "yavaşla" diyorum sakince. Duymuyor. Koşmaya devam ediyor. Ben, sabırla bekliyorum. Yine önümden geçiyor, "yavaşla, biraz su iç" diyorum suyu göstererek. Duymuyor yine, yumruklar atarak, çığlıklar atarak koşmaya devam ediyor. Hiç bitmeyecek bir maraton koşar gibi. Ben de sanki kenar hakemi, saattlerce günlerce koşmasını seyrediyorum. Yorulmuyor. Öfkesi dinmiyor. Bıkmadan, sabırla "yavaşla" diyorum, "sakin ol, biraz su iç, nefes al". Koşuyor, koşuyor, koşuyor, bin, milyon maraton koşuyor sanki. Sesimi duymaya başlıyor, yavaşlıyor. Koşmaya devam ediyor hala ama sakinliyor sanki?.. "Sakin ol" diyorum sabırla, "sakin ol, yavaşla, nefes al, al biraz su iç". Duruyor sonunda. Küçülüyor, durdukça, yavaşladıkça küçülüyor. Su içiyor, nefes almaya çabalıyor. Kucağıma alıyorum... Okşuyorum sakince, öpüyorum "seni seviyorum" diyorum. "Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum". "Seni her halinle seviyorum" diyorum. "Her şey yolunda" diyorum. "Her şey tam olması gerektiği gibi". "Teslim ol, yaşamın akışına teslim olabilirsin artık, güvendesin, bak ben buradayım" diyorum. Gülümsüyor. Yorgun ama inaçlı gülümsüyor. Huzura kavuşmasını bekliyorum, seyrediyorum, öpüyorum, sarılıyorum, onu sevdiğimi söylüyorum defalarca, bıkmadan usanmadan. Onu da kutusuna yatırıyorum. Üzerini kurdelalarla süsleyip, rafına kaldırıyorum.

Kontrol delisi "BEN". Dev bir kontrol merkezi, yuvarlak büyük bir masa, üzerinde milyonlarca düğme, ortasında kocaman bir sandalyede onu görüyorum. Bir şeyleri kaçırma telaşı ile deli gibi düğmelere basıp duruyor. Parmakları hariç heryeri kocaman. O kadar şişmanlamış ki, korkudan biriktirdiği herşeyi üzerinde taşıyor. Herşeyi üzerine almış, herşeyi o yapmak zorunda sanki, tüm dünyayı o idare ediyormuşcasına büyük bir sorumluluk yüklenmiş, bu yük bütün bedenine yayılmış. "Dur, sakin ol" diyorum arkasından yaklaşarak... "Dur, bir dakika ara ver" diyorum, "biraz konuşalım". "Hayır!" diyor büyük bir panikle. "Hayır, duramam, yapmam gereken şeyler var, duramam, olanaksız". "Durabilirsin" diye ikna etmeye çalışıyorum sakince, sabırla. "Durabilirsin, herşey ve herkes güvende, inan bana, bak ben buradayım, bak ben senim, ben "BEN"im, bak ben nasıl rahatım". "Hayııırrr!" diye panikle bağırarak düğmelere basmaya devam ediyor, bir sürü şey sıralıyor "bunun yıkanması, şunun kurulanması, şunun atılması, bunun çıkarılması, şunun aranması, bunun şuraya götürülmesi, şunların alınması, bunların pişirilmesi, şunların hesaplanması, o yapamaz, bu bunu beceremez, şuna bunu emanet edemem vs. vs.". Gülüyorum, onu sakinleştirmek için omuzlarına ellerimi koyuyorum, "seni seviyorum" diye fısıldıyorum kulaklarına "seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum". "bir saniye durmayı denemek istemez misin?" diyorum, "bir saniye rahatlamak istemez misin?". "Bir tek düğmeye basmasan ne olur ki sanki?" diye ekliyorum. Bir an duruyor. Bana bakıyor. Gözlerinden yaşlar akıyor. "Bak gördün mü?" diyorum "hiç bir şey yapmak zorunda değilsin, hiç bir şeyi zorunlu olduğun için yapma, istersen, seni mutlu edecekse yine gel bas düğmelere ama gel, biraz yürü, hareket et, bu karanlık odadan çık, bak ben seni çok seviyorum" diyorum. Yavaş yavaş küçülmeye başlıyor. Birlikte bahçeye çıkıyoruz. Bir banka oturuyoruz. Onu kucağıma alıyorum. Seviyorum, sarılıyorum, sallıyorum sevgiyle. "Seni seviyorum" diyorum bıkmadan, defalarca, yüzlerce, binlerce kere. "Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum". Kendini bırakıyor. Yüzünde mutlak bir huzur ifadesi görene kadar bekliyorum. Onu da kutusuna koyuyorum, üzerini en sevdiğim kurdelalarla süslüyorum, rafa kaldırıyorum.

Şükürler olsun... Her an farklı benleri iyileştirebildiğim için...

2 yorum: